Menu

Tarımın Geleceği: Yarını Tasarlamak-1

Tarih İyi Bir Rehberdir

Geleceği tahmin etmek çoğu zaman zordur. Ancak söz konusu olan gezegenin ve insanların gezegenle olan ilişkisinin geleceğiyse, geçmişe bakmak iyi bir başlangıç noktası olabilir.

Mayalar, M.Ö. 1.000 yıllarında, ilk yerleşimlerini bugünkü Meksika’nın Yucatan bölgesinde inşa etmeye başladılar. Orta Amerika’nın bol yağış alan verimli toprakları ve geniş ormanları, muhtemelen bir medeniyetin ilk tohumlarını atmak için en iyi coğrafyalardan biriydi.

Tarıma dayalı bir ekonomisi olan bu yerleşimler geçen zaman içinde gelişti, sürdürülen ekonomik ve sosyal istikrar sayesinde şehirlere evrildi. Elbette bu gelişim bilim ve sanata da yansıdı. Nesiller boyunca elde edilen bilgi birikimi astronomi, matematik, mimari gibi alanlarda iyi bir düzeye gelmelerini sağladı.

Şehirler arasında gelişen ticaret yolları ve artan refahla birlikte nüfus arttı. Milattan sonra 600’lü yıllara gelindiğinde Yucatan, Belize ve Guatemala bölgelerinde yaşayan Mayaların sayısı 2 milyona ulaşmıştı. Aynı zamanda bu yıllar Mayaların sosyal, kültürel ve teknik açıdan zirveye ulaştığı, gezegenin geri kalanındaki toplumlara kıyasla görece daha ileri bir noktada olduğu yıllardı.

Ancak M.S. 800 yılına gelindiğinde bu hızlı yükseliş bir şekilde tersine dönmeye başladı. Mayalar, yavaş yavaş ihtişamlı şehirlerini terk etmeye, Karayip kıyılarına göç etmeye başladılar. Elbette bu süreçte ayakta kalmaya devam eden ve yükseliş yaşayan Maya şehirleri de vardı. Ancak, 1.100’lü yıllara gelindiğinde uygarlık namına geriye pek bir şey kalmamıştı. Kalanını da 1.400’lerde kıtaya ayak basan İspanyollar yok etti.

Bugüne kadar Maya uygarlığının çöküşü hakkında bilim çevrelerince çok fazla teori üretildi. Savaşlar, salgın hastalıklar, politik istikrarsızlık bunlardan birkaçıydı. Ancak 90’lı yıllara gelindiğinde mağara incelemelerinden elde edilen bulgular, tam da M.S. 800’ler başlarında meydana gelen ve yaklaşık 95 yıl süren bir meteorolojik değişime işaret ediyordu. Bu tarihler Mayaların gerilemeye başladığı yıllarla örtüşmektedir. Zira 250-800 yılları arasında bölgenin bol yağış aldığı biliniyordu.

Orta Amerika’nın kuzeyinde yer alan Maya şehirleri bu gerilemeden nispeten daha az etkilendiler. Hatta bu süreçten itibaren gelişimini sürdüren şehirler bile oldu. Örneğin Chichen Itza şehri 10. yüzyıla kadar hareketliliğini korudu. Ancak, 1000-1075 arasında yaşanan bir başka kuraklık bu şehri de etkiledi. Şehirde işlenen taş ve kereste miktarı yarıya düşmüştü.

Muhtemeldir ki verimli topraklar ve uygun iklim koşulları nüfusta büyük bir artışı, bu artış da beraberinde daha fazla verimli toprak ihtiyacını gerektirdi. Orman alanları, çoğalan nüfusu beslemek için tarım alanlarına çevrildi. Şehirlerin artan su ihtiyacını karşılayabilmek adına açılan kanallar, ekosistemin belki de on binlerce yılda meydana getirdiği hassas dengeyi daha kırılgan bir hale getirdi.

Dolayısıyla tarım ekonomisine dayalı bir uygarlık için meydana gelen uzun süreli kuraklık, şehirler arasında politik istikrarsızlığa ve savaşlara yol açarak toplumsal yapının çözülmesine neden oldu.

1 1

Resim-1. Klasik dönemin en önemli şehirlerinden biri olan Kalakmul’da yer alan bir tapınak. (Image Credit: PhilippN)

Mayaların hazin sonu, sınırlı olan kaynakların sınırsızca tüketildiğinde olabileceklerin sadece bir örneğidir. Bugün dünya nüfusu 8 milyar sınırını aşmıştır. Geleceğe dair yapılan nüfus projeksiyonları, 2.100 yılına doğru dünya nüfusunun 10 milyar barajında dengeleneceğini öngörmektedir.

Elbette ki böyle bir gelişme gezegen kaynaklarının sürdürülebilirliği açısından son derece olumludur. Fakat tek başına yeterli değildir. İnsan medeniyeti artan bir ivmeyle pek çok alanda sürekli bir gelişme halindedir.

Zaman içinde azalan kaynakları, artan ihtiyaçlarla dengelemenin en akılcı yolu ihtiyaçları azaltmaktan ziyade, kaynakları çoğaltmak olabilir. Bugün, yaşamın olmadığı bir gezegenin insan yaşamına elverişli hale getirilebileceği tartışılıyorsa, dünyamızın da mevcut halinden daha yaşanılır bir yer haline getirilebileceği tartışılabilir. Geçmişe kıyasla bugün sahip olduğumuz bilgi birikimi ve teknolojiyle en temel sorunlarımızı çözebilir, atalarımızın hayal bile edemeyeceği bir geleceği bugünden inşa edebiliriz.

Kıtlık Sonrası

İhtiyaç duyulan çoğu malın, minimum insan emeği ile bolca üretilebildiğini bir dönemi hayal edin. Böylesi bir durum, birçok ürünün herkes tarafından çok ucuza, hatta bedavaya elde edilebileceği anlamına gelir. Endüstride artan makineleşme, beraberinde verimliliğin sürekli bir artışını getirir.

Üretilen her malın birim maliyeti düştükçe insanlar tarafından daha ulaşılabilir olur. Hız kesmeden ilerleyen teknoloji böyle bir kıtlık sonrası dönemin mümkün olabileceği ihtimali güçlendirmektedir.

Elbette, bu durum bir gün gerçekleşirse, tarih skalasında “kıtlık” ve “kıtlık sonrası” dönemi ayıran keskin bir nokta, muhtemelen olmayacaktır. Bolluğun herkes için erişilebilir olduğu bir döneme geçiş, sunduğu fırsatlar kadar kendi içinde ekonomik ve sosyal açıdan potansiyel riskleri de barındırır.

Hükümetlerin bu süreci yönetme becerisini, politik tercihleri belirleyecektir. Örneğin, sanayide artan otomasyonun verimlilikte sağladığı artış, aynı zamanda firmalara kâr artışı olarak yansır. Artan kârın bir kısmının, özellikle makineleşme sürecinde işsiz kalmış insanlar için yeni iş fırsatları yaratılmasında kullanılmasına yönelik “evrensel temel gelir” modeli çeşitli ülkeler tarafından tartışılmaktadır.

Bir devletin yurttaşlarına hiçbir ayrım ve koşul olmaksızın düzenli olarak ödediği sabit bir gelir fikri, gelişen teknolojinin hayatlarımıza sunduğu katkılarla gelecekte gerçeğe daha yakın görünmektedir. Kanada, Amerika, Finlandiya gibi birçok ülke bu modelin uygulanmasına dönük çok sayıda deneme yapmış, olumlu geri dönüşler almışlardır.

Talebi azaltmadan arzı artırmak her zaman mümkün olsa da, kısıtlı hammadde ve enerji kaynaklarıyla bu dengeyi en verimli şekilde sürdürebilmek için akılcı yöntemlere başvurulması gerekir. İnsan lehine doğadan taviz vermemek adına geleneksel üretim yöntemlerinin yerini teknolojinin mümkün kıldığı yenilikçi yöntemler alabilir.

Belki de bolluk çağına giden yolda karşılaşılan engeller temelde doğadan ya da teknolojinin kısıtlarından kaynaklanmıyordur? Peki nereden başlamalıyız?

Toprağa Veda

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO)’nün son yayınladığı verilere göre, 1990-2021 yılları arasında dünyadaki toplam tarım alanı 1,5 milyar hektardan 1,4 milyar hektara düşmüştür. Örgütün bir başka raporuna göre, 1990 yılında 4,1 milyar hektar olan orman varlığı 2020 yılı itibariyle 4 milyar hektara düşmüştür.

Benzer bir düşüş eğilimini ülkemizde de görmek mümkündür. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre Türkiye’de tarım alanları son 18 yılda yüzde 12,3 azaldı. 2002’de 26 milyon 579 bin hektar olan tarım arazisi, 2019’de 23 milyon 94 bin hektara kadar düştü.

  • Sebze bahçeleri alanı ise aynı dönemde yaklaşık yüzde 15 küçüldü,
  • 2002’de 930 bin hektar olan sebze bahçeleri alanı, 2017’de 798 bine hektara kadar düştü,
  • SGK verilerine göre çiftçi sayısı da son 12 yılda yüzde 48 azaldı,
  • 2008’de 1 milyon 127 bin olan çiftçi sayısı, 2019’de 600 bine kadar düştü.

Yıllara bağlı olarak ekilebilir arazilerdeki artan bu kayıp, her ne kadar modern tarım teknikleriyle verim artışı olarak telafi edilse de; artan şehirleşme, endüstri faaliyetleri ve değişen iklim koşullarıyla birlikte mevcut tarım ve orman alanlarının kaybı gelecek yıllarda da sürecek gibi görünmektedir.

Son zamanlarda, dünya genelinde iklim değişikliğine bağlı olarak yaşanmakta olan aşırı hava olayları, meydana gelen uzun süreli kuraklıklar ve yer altı sularındaki azalma da özellikle tarımsal üretim üzerindeki baskıyı artırmaktadır.

Artmakta olan dünya nüfusunun gıdaya talep yönünde yaratacağı etkiyi de göz önüne alalım. Ne kadar makineleşmiş olsa da, toprağı baz alan geleneksel tarım yöntemleriyle elde edilen verimlilik ne dereceye kadar artırılabilir?

Ekim ve hasat işlemleri tümüyle makineler tarafından yapılsa, genetik tasarımla bitkinin dayanıklılığı veya besin değeri artırılsa bile günün sonunda tarımsal üretimimiz toprağa, hava koşullarına ve diğer tüm çevresel etkilere kaçınılmaz olarak bağlı olacaktır. Nihayetinde doğa kontrol edilemez ve edilmemelidir de.

1 2

Resim-2. Uluslararası Uzay İstasyonu’nda yetiştirilen domatesler, 15 Nisan 2023’te Dünya’ya geri döndü. (Image Credit: NASA)

Geleneksel tarımın yaklaşık 12 bin yıl önce atalarımız tarafından icat edildiğini ve toprağın ürün yetiştirmek için esasında bir araç olduğunu unutmayalım. Uygun fiziksel koşullar sağlandığında pek çok farklı ortamda bitkisel ürün yetiştirmek pekâlâ mümkündür.

Terk edilmiş yer altı madenlerinde (underground farming), büyük ve kapalı bir fabrika ortamında veya Uluslararası Uzay İstasyonu (ISS)’nda ticari ve deneysel olarak çeşitli tarım ürünleri yetiştirilmiş, hala yetiştirilmektedir.

Hatta yakın gelecekte yapılması muhtemel bir insanlı Mars yolculuğunda yüzeydeki astronotların gıda ihtiyacını sürdürülebilir şekilde karşılamak adına gezegen ortamında yapılabilecek tarım uygulamaları deneysel olarak araştırılmaktadır.

Yazı Dizisinin Diğer Bölümleri

Kaynakça

  • Tarım ve Orman Bakanlığı. (2020). “Bitkisel Üretim Verileri”.
  • Euronews.com (Mayıs 2020). “Türkiye’de son 12 yılda çiftçi sayısı yüzde 48 düştü, tarım alanları da azalıyor”.  (Erişim tarihi: 2 Mayıs 2023)
  • Anaç, D. (Ed.). (2020). “Topraksız Tarım ve Bitki Besleme Teknikleri.” Nobel Akademi Yayıncılık.
  • ziptiedomes.com. (2023). “Geodesic Dome Kits that are Easy to Build!”.  (Erişim tarihi: 2 Mayıs 2023)
Beğen  7
Alican TONBUL (TA1CBA)
Yazar

Dünyadaki Mars Projesi (MoEP) gönüllüsü ve yazarı, fizik öğretmeni. Amatör telsiz çağrı işareti: TA1CBA (Mars on Earth Project-MoEP Volunteer and author. Physics teacher. Callsign: TA1CBA)

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yapılan Yorumlar ( 2 )
  1. Avatar
  2. Avatar